Pardus... Özgürlük İçin...
Biz Seçimimizi Yaptık Ya Dünya/ Prof.Dr. Erol GÖKA
Avşaroğlu Tarafından 13.08.2011 Tarihinde Eklendi

Biz  Seçimimizi  Yaptık  Ya  Dünya/ Prof.Dr. Erol  GÖKA

12 Haziran 2011 seçim sonuçlarını değerlendirmeden önce her seçim değerlendirmesinde yaptığımız gibi bir önceki seçime, sonuçlarını neredeyse tama yakın tahmin ettiğimiz 29 Mart 2009 Yerel Seçimlerine gidelim. O seçim için yaptığımız seçimin hemen öncesindeki değerlendirmeyi aşağıdaki alt-başlık altında aynen sunuyoruz:

29 Mart 2009 Yerel Seçimlerinin hemen öncesinde panorama

22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonra, toplumsal psikolojimizde izler bırakacak ve 29 Mart 2009 Yerel Seçimlerinde siyasal davranışı belirleyici bir role sahip olan nitelikte hangi olaylar yaşandı? Sıralayalım:

1) Sayın Abdullah Gül, Cumhurbaşkanı seçildi ve bu görevini, başlangıçta eşinin başörtülü olması nedeniyle bazı gürültüler olsa da sorunsuz bir biçimde başarıyla sürdürüyor.

2) AKP’i kapatma davası ve Ergenekon davası gündeme geldi, ilk dava tuhaf (!) bir biçimde neticelendi. Birçoklarınca onun rövanşı olarak değerlendirilen Ergenekon davası ise, sulandırma gayretlerine rağmen tam gaz sürüyor. Ergenekon davasının hiç de basit bir rövanş olmadığı, sanıklar nezdinde eski zihniyetin ve temsilcilerinin topyekün tasfiyesi gibi bir sonuca doğru yol aldığı açıkça görüldü. Eski sivil ve askeri bürokrasinin tepelerini bile Ergenekon tırpanının hiç ayrım yapmadan kesip biçmesi, toplumsal bilinçdışında değişik duygulara yol açtı ama bu işlemin asıl kalıcı sonucu, askeri ve sivil bürokrasinin artık eskisi gibi bir yönetim anlayışıyla davranamayacağının anlaşılmasıydı. Önceden “kale” gibi görülen Cumhurbaşkanlığı, YÖK ve Anayasa Mahkemesi Başkanlıklarının da birbiri peşi sıra farklı zihniyete sahip diye nitelenen kimselere geçmesi, büyük, çok büyük bir değişiklik y aşandığına dair izlenimi pekiştirdi. ANAP’ın ekonomide yaptıklarını AKP adeta hukuk, bürokrasi ve siyasi kültür için tamamlıyordu, sessiz ve derinden devasa bir değişim yaşanıyordu. Hiçbir şey eskisi gibi değildi. Olaylar, toplumsal psikolojimize bunlara benzer cümleler yazdılar. Bu değişim anaforu, CHP’nin muhalif söylemlerine leitmotif sağladı, hatta Sayın Baykal’ı “Ergenekon’un avukatıyım” demeye kadar götürdü ama CHP, buradan beslenmesine rağmen laikçi-Kemalist söylemini gevşetti, hükümetin icraatlarına ve ekonomik sorunlara dönük bir dil geliştirmeye, halkın inançlarına saygıyı daha göze batar biçimde vurgulamaya başladı.

3) Başörtüsü sorununun çözümü konusunda surda gedikler açıldıysa da sorun olduğu gibi kaldı hatta hukuki çözüm sonsuza ertelendi. Ergenekon davası konusunda laikçi zihniyet nasıl bir hayal kırıklığı yaşadıysa başörtüsü konusunda da en az aynı ölçüde hayal kırıklığı ve mağduriyet yaşandı. Her iki hayal kırıklığı, toplumsal kutuplaşmanın ana dinamiğini oluşturmaya devam etmek üzere sutre gerisinde yerlerini aldı.

4) II. AKP Hükümeti, iki yıla yaklaşan icraatında I. AKP Hükümeti kadar başarılı olamadı. Dev küresel kriz çıkageldi ve ekonomik dengeleri sarstı. AKP, kimi zaman “teğet geçecek” kimi zaman da “napalım kriz var” söylemleriyle idare etmeye çalıştı. İdare ettiği konulardan birisi de, bizzat hükümet ve AKP içinde ve ayrıca dini görünümü önde olan sermaye ve yardım kuruluşları hakkında çıkan yolsuzluk söylentileri ve bunun hukuki yansımalarıydı. Çağdaş Müslüman kimliğinde zaten var olan kriz halini derinleştiren, çağdaş dünyada hemen hemen ilk kez Müslümanlar arasındaki zengin-yoksul ayrımını gözlerden saklanamayacak biçimde öne çıkaran, insanlara “paranın dini imanı olmaz” dedirten olaylar yaşandı. Gerek başörtü olayının çözülmemesi gerek ekonomide olup bitenler, devasa değişime rağmen AKP Hükümeti’ne karşı gelenekten köken alan muhalefeti besledi. SP’de olan genel başkan ve söylem değişimi periferin İslamcı tarlasından yepyeni bir sol muhalefetin yeşereceğini gösterdi.

5) AB’ne uyum süreciyle ilgili belirgin bir yavaşlık ve tavsama tutumu ortaya çıktı. AKP, “demokrat” görünümünü, AB’e uyum çalışmalarından ziyade Ergenekon davası süreciyle göstermeye çalıştı. Hükümetin “bir kısım medya” ile arası açıldı. Başta Almanya olmak üzere AB ile arası iyi olan “bir kısım medya”, hükümete karşı sık sık AB’den yardım aldı, desteğini AKP’nin dışındaki partilere yöneltti.

6) Hükümet, TRT-6 ile somut biçimde kendisini gösteren Kürt varlığının kültürel haklarına ilişkin ciddi adımlar attı. Irak’ın kuzeyindeki Kürt oluşumlarla sıkı, derin ve uzun vadeli ilişkiler kurulmasına, PKK’nın tasfiye edilmesine gayret etti. AKP’nin bu Kürt politikası, Kürt etnisitesinden yurttaşlarımızdan ciddi bir destek gördü. Medyanın ve birçok kesimin bu politikaya açıktan karşı çıkmaması, hatta desteklemesi, Türkiye’nin Kürt ağırlıklı olmayan kesimlerinde ortaya çıkan tepkinin görülmesini engelledi. Ama bu tepkileri MHP görmekte ve örgütlemekte gecikmedi. Ancak tıpkı CHP’nin dindarlara karşı göstermeye çalıştığı duyarlılığı MHP’nin de Kürt etnisitesinden yurttaşlara karşı göstermeye çalıştığı da gözlerden kaçmadı.

Bize göre toplumsal psikolojimizde iz bırakan ve 29 Mart 2009 Yerel Seçimlerinde siyasi davranışımızı etkileyecek olan belli başlı iç olaylar bunlardı. Ama bu iç olaylar, bir dünya konjonktürünün içinde cereyan ediyor, pek doğal olarak dünyada olup bitenlerden etkileniyordu. Dünyada olup bitenleri ise iki simge kavram çerçevesinde özetlemek mümkündü: “Kriz” ve “Obama”…

Ne olduğu, nereden ve neden geldiği, nereye doğru gideceği henüz pek anlaşılamamakla birlikte bir kriz yaşandığı, bunun yalnızca mali değil tüm ekonomiyi etkileyecek ve en azından birkaç yıl sürecek çapta olduğu görülüyor. Kriz, II. AKP Hükümeti’nin peşi sıra çıkageldi. Hükümetinin, bir önceki AKP iktidarı kadar başarılı olamayışı krizden midir, küresel kriz hükümetin başarısızlıklarını örtmek için bir araç mı sağlıyor? Bu sorunun cevabını da hiç kimse bilmiyor. Bilinen bir gerçek varsa, o da, yaşadığı güçlüklere, işsizlik ve borç belasına rağmen kriz nedeniyle insanların hükümete açtığı kredinin devam etmesi, AKP’nin kriz zamanı tutunulacak yegane güç, can simidi olma konumunu sürdürmesidir. İnsanlar, doğal olarak kriz zamanlarında en iyi, en güçlü bildikleri yapılara tutunurlar. Sırf bu nedenle halkın bir kısmının gönülden bir kısmının kerhen AKP tercihi devam edecek, siyasi tercih lis tesinde AKP, ana kıta görünümünü koruyacaktır.

Obama ise hakkında çok konuşulması gereken bir fenomen, birçok farklı şeyi bir anda simgeliyor. Obama, bölgemiz için Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nde değişim zorunluluğunu temsil ediyor, her zaman ona uygun siyasetler izlemese bile barışı, hoşgörüyü, demokrasiyi öne çıkaran bir söylemle hareket edeceği anlaşılıyor. GOP’un değişimi, ABD’nin II. Bush’un ve Neoconların saldırgan İran politikasının değişeceğini, Irak’tan çekileceğini gösteriyor. Ama GOP’un yerine bir başka projenin ikamesi, İran’ın bir biçimde nükleer programından vazgeçmesinin, GOP’un çekirdek güçleri olan İsrail ve Kürt oluşumlarının korunmasının sağlanması gerekiyor. Bize göre ülkemizde ve bölgemizde olup biten olayların, özellikle tarihi geçiş dönemlerinde, yeni toplum mühendislikleri gündemdeyken birbiriyle bağlantılı olmaması imkansız. Tarihi geçiş dönemlerinde, değişimi temsil ede n olgular, “dolu yağışı” misali, her yerde büyük tanelerle, önemli olaylarla kendisini gösterir. Bu nedenle dünyada Obama’nın sembolize ettiği yeni siyaset biçiminin dünyada karşılıklarını aramamız, İslam dünyasında Ahmedi Nejat’ın ve militan Şiiliğin elinde olan liderlik bayrağının el değiştirip değiştirmeyeceğine bakmamız gerekiyor. Bu bakışımız oldukça keskin olmalıdır zira dünyayı ve bölgemizi iyi analiz edemezsek, onlarla doğrudan bağlantılı olan Türkiye’deki psikososyopolitiği de doğru okuyamaz, seçimleri uygun biçimde değerlendiremeyiz.

Bize göre, ülkemiz ile dünya arasında olup bitenlerin kesiştiği, doğru analiz ettiğimizde birçok olguyu anlamamızı sağlayacak ve seçim değerlendirmesinde mutlaka hesaba katılması gereken bir olay daha vardır. Bu olay, Davos’ta Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın tüm dünyanın gözleri önünde sergilediği tutumdur. Herkes görüp anladı ki, Türkiye İran’dan daha etkin bir güce, Recep Tayyip Erdoğan, Ahmedi Nejat’tan daha yüksek bir karizmaya sahiptir. Türkiye ve lideri pekala İran’ın son zamanlarda öne çıkmış militan rolünü perdeleyebilir ve İslam dünyasının sözcüsü olabilir. Birçok insan, Türkiye’nin Başbakanı’nın bu yeni rolüne uyan sıfatlar bulmaya çalıştı. Ona “Ortadoğu’nun yeni Nasır’ı” diyenler oldu. Biz http://www.haber10.com’daki yazımızda daha da ileri gittik, “İslam dünyasının Obama’sı” dedik.

Davos’tan sonra, bölgemizde Obama’nın siyasetlerine karşılık gelecek olan liderin Recep Tayyip Erdoğan olacağı, onun bölgede BOP süreci boyunca çok acı çekmiş olan insanlara nefes aldıracağı, hem İsrail yönetimin saldırgan politikalarını hem İran’ın Batı ve İsrail için tehdit oluşturan çıkışlarını önce tamponlayıp, sonra dengeleyip yatıştırabileceği üç aşağı beş yukarı belli olmuştur. Bu sayede Ortadoğu’daki kaynayan kazanın ateşi söndürülecek, İslam dünyası “çağdaş” dünyanın yolunu izleyecek, laik-demokratik bir modele kavuşmuş olacaktır. Davos’tan sonra değerlendirmemiz bu şekildeydi. Şimdi de bu görüşlerimizi muhafaza ediyoruz. Tek ilave yapmak istediğimiz husus, dünya sistemi için karizmatik özellikleri olan birini parlatmak kadar gözden düşürmenin de çok kolay olacağıdır. Türkiye’nin yeni düzende çok önemli bir yeri ve konumu olduğu açıktır ama bu rolü üstlenecek aktör, değişebilir. Ama her şeye rağmen Davos’ta Başbakanımızın hayranlık uyandıran karizmatik çıkışı etkisini sürdürmektedir. Zaten alternatifi olmadığı için büyük ölçüde gerilemeyeceğini söylediğimiz AKP oylarında iktidarda ve yorgun olmaktan kaynaklanan doğal oy gerilemesi, Davos’tan sonra özellikle kendisini Kürt-Müslüman hisseden seçmenin AKP’e yönelmesiyle büyük ölçüde telafi edilecektir.

22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonra, toplumsal psikolojimizde izler bırakacak ve 29 Mart 2009 Yerel Seçimlerinde siyasal davranışı belirleyici bir role sahip nitelikteki olayları ve seçimlere etkisini böyle görüyoruz. Bundan sonraki seçim sonuçlarını değerlendiren yazımızda, bizim varoluşsal-etik analizimize göre ülkemizdeki toplumsal değerler diziminde nasıl değişmeler olacağını, Türklük, Müslümanlık ve çağdaşlık ana eksenlerinde yaşanacak muhtemel değişiklikleri ele alacağız. Şimdi sözü fazla uzatmadan yukarıda yaptığımız değerlendirmeler muvacenesinde seçim tahminlerimizi, il genel meclisi oylarını esas alarak söyleyelim.

Bu seçimlerde 22 Temmuz 2007 Genel Seçimlerine gore oy kaybına uğraması muhtemel iki parti, AKP ve DTP’dir. CHP, MHP ve SP büyük ihtimalle oylarını artıracaktır. Ama her halükarda oy artışı veya azalışının çok büyük olmayacağını vurgulayalım.

AKP: Toplumun çoğunluğunun nezdinde yönetme iradesi gösterebilecek kadrolara ve dünya algısına sahip yegane partidir. Bu nedenle büyük oranda oylarını koruyacak, % 42 (artı, eksi 2) oranında oy alacaktır. Oy kaybının ana nedeni, iki yıllık iktidardan hoşnutsuz olan ve “aklını başını al” mesajı vermek isteyen kitlelerdir. AKP’nin kaybettiği oyların adresi, Kürt açılımından rahatsızlık duyanlar için MHP ve ABD ile ilişkilerden, ekonomik-kültürel politikalardan hoşnut olmayanlar için SP ve CHP’dir. Bunun yanısıra DYP-ANAP’tan boşalan eski merkezden ve Kürt açılımı, Kuzey Irak’la ilişkiler ve özellikle Davos sonrası DTP’den AKP’e bir oy kayması yaşanması muhtemeldir.

CHP: Her ne kadar güven veren kadrolar genel görünümü sağlayamasa da AKP’den hoşnutsuzların bir kısmının oylarının akacağı adres CHP olacak, bu partimiz oylarını artırarak il genel meclisi oyları esas alındığında %24 (artı, eksi 2) oranında oy alacaktır. Bu kadarlık bir başarının Sayın Deniz Baykal’ın iktidarının devamına yetip yetmemesi, Ankara’da Murat Karayalçın’ın, İstanbul’da Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendileri için alacakları oyların miktarını bağlıdır. Her iki aday da kendileri için %35’i geçen oy miktarına ulaşabilirse Deniz Baykal için tehdit oluşturacakları açıktır. Benzeri bir durum DSP’den seçime katılan Mustafa Sarıgül %70’leri aşan bir oranı sağladığında onun için de söz konusu olacak, onun adı da CHP Genel başkanlığı için geçmeye başlayacaktır. Bizim tahminimiz Deniz Baykal sonrası CHP için muhtemel lider adayının Sayın Kemal Kılıçdar oğlu olacağıdır. “Alevi olmak”, ilk kez Türk siyasetinde avantajlı bir durum yaratabilir. Bunun birçok nedeni olmakla birlikte temel nedeni, ABD’nin İran Şiiliğine karşı izlemesi muhtemel politikalarda Aleviliğin de önemli bir rolü olacağına ilişkin tahminimizdir.

MHP: AKP iktidarından özellikle Kürt açılımı nedeniyle hoşnutsuz oyların yöneleceği adreslerin en büyüğü MHP olacak, yerel seçimlerde Batı’da ve sahil hattında yaşanacak etnik gerilim de bu partimizi besleyecektir. MHP için tahmini oy oranı, %18 (artı, eksi 2) dir. Gerek bu seçim başarısı, gerek ülkemizdeki barış ortamı için sürdürdüğü gayretler Sayın Devlet Bahçeli’nin liderliğini en azından bir süre daha tartışmasız hale getirecektir.

Yukarıda açıkladığım nedenlerle önceki seçimlere oranla dikkat çeken bir oy kaybına uğrayacağını tahmin ettiğim parti DTP’dir. Diyarbakır’ı kaybetmesi, bu parti için yok oluş anlamına gelebilir, kazanması ise aynı ölçüde bir başarıyı garanti etmez.

SP, hem yeni liderinin oluşturmaya başladığı auranın hem de başta başörtü mağdurları olmak üzere AKP’den hoşnutsuzların bir kısmının yöneleceği adres olması nedeniyle oylarını artıracaktır. Bu artış çok dikkat çekici olmasa da bu partimiz için umutları yeşertecektir.

29 Mart 2009’dan 12 Eylül 2010’a kadar neler oldu?

Evet, 29 Mart Yerel Seçimlerinden hemen önce söylediklerimiz isabet kaydetti. Eğer CHP liderinin bir kaset olayının ardından yerini bir yıl önce isabetle tespit ettiğimiz üzere Kemal Kılıçdaroğlu’na bırakmasını ihmalden gelirsek Yerel Seçimlerden sonra ise en dikkate değer olay, vesayet rejimiyle hesaplaşmanın en kritik anı olan 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu’ydu. Ekonomide ise bir önceki yıl etkisini derinden hissettiren dünya ekonomik krizinin yatışmaya başlamasından mutlaka söz etmek gerekir.

Referandumda her iki taraf da tüm enerjilerini harcadılar ve Anayasa değişikliğine %58 oranında “Evet” denilmesi, vesayet rejiminin artık sona erdiğinin simgesiydi. Referandumla birlikte rüzgarlar yeniden AKP lehine esmeye başladı. Açılım politikalarına karşı çıkanların ve Ergenekon davalarında sanıklar lehine tavır koyanların dirençleri her geçen gün daha çok kırılıyor, bürokrasideki kaleler birer birer düşmeye devam ediyordu. Ancak referandum öncesi başlayan propaganda çalışmalarında açıkça kendini belli eden açılım politikalarını unutturucu, Sünni-Türk renkleri belirgin çizgi, başta Başbakan olmak üzere tüm AKP söylemini boyar hale gelmişti. Şimdi geriye dönüp bakıldığında Başbakan’ın açılımdan Sünni-Türk muhafazakar söyleme geçmesinin nedeni daha iyi anlaşılıyor, üstelik CHP’deki kaset operasyonunun sonuçları (ve nedenleri) hakkında fikir veriyordu: Kemal Kılıçdaroğlu, CH P’deki Kemalist çizginin tasfiyesi demekti, yeni CHP’nin daha açılım yanlısı olacağı anlaşılınca, yaklaşan 12 Haziran 2011 Seçimleri öncesi AKP’e Sünni-Türk muhafazakarlık çizgisi ve oylarını alabilmek için Sünni-Türk çoğunluğu adına gerilimi artırma politikası kalıyordu. Ancak gerilim politikaları referandum sonrası enteresan, parçalanmaya yüz tutan bir millet manzarası ortaya çıkardı. Şimdi de referandum sonrası yazdığımız “Millet filmimiz beş fragmandan müteşekkil” adlı değerlendirmenin ışığında 12 Haziran 2011 öncesi millet manzaramıza bir göz atalım:

Hepimizin hayatı filme benzer ama kendimizi tuhaf göstermemek için bunu itiraf etmeyiz, çok enteresan hayatları olanlara yakıştırırız “film gibi” benzetmesini. “Film” benzerliği sadece insan hayatıyla sınırlı da değil, yaşayan tüm varlıkların, organizasyonların, toplumların, milletlerin, devletlerin, dillerin de hayatları film gibi; bir başlangıçları, bir bitişleri, kendilerine özgü bir hikayeleri var.

Eski Yunanca’da “hayat” için hem “bios” deniyor hem de “zoe” ve üstelik ikisinin anlamı da farklı. “Zoe”, zoolojide olduğu gibi, ezelden ebediyete doğru akıp giden, kimsenin zarar veremeyeceği, herkesi kapsayan kaynak olan “hayat”tır. Bios” ise biyolojide olduğu gibi, tekil varlıkları simgeler, sona ermeden önce “zoe”ye geri dönen, sonsuz deveranın daha sınırlı bir ifadesidir. Eğer bu tekil “hayat”lara “yaşam” dersek derdimizi daha iyi anlatabiliriz. Hayat ırmağı, birçok tekil yaşamları içine alarak ve sırası geldiğinde bazılarını dışarıda bırakarak akıp gidiyor. İnsanların, toplumların, devletlerin, dillerin yaşamlarının nasıl biçimleneceği, yönleneceği de hayat ırmağının çizdiği koreografiye göre belirleniyor.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı İmparatorluğu’nun bakiyesi bir coğrafyada imparatorluk bakiyesi bir toplum tarafından kuruldu. “Türk” adı verilen hür ve eşit yurttaşlardan kurulu “imtiyazsız, sınıfsız” bir toplum olma hedefine yöneldi. “Türk” adı, hem kahir ekseriyetin “Türk” etnisitesine dayanması, hem de tarihsel süreç içinde “Türk” ve Müslüman” adını özdeş hale gelmesi nedeniyle büyük bir mutabakatla kabul edilmişti. Kurucular ve toplum, çağdaş dünyadan kopmama ve dini açıdan yurttaşlarına eşit mesafede olan bir hukuk sistemi konusunda da önemli ölçüde mutabıktılar.

Bu mutabakat zemini, aslında ilk bakışta fark edilmeyen bir açmazın üzerine bina olmuştu. Bir yandan cumhuriyet ideallerine ulaşılabilmesi için bazı kimliklerin bastırılması gerektiğine bir yandan da eninde sonunda demokrasiye doğru bir açılımın şart olduğunun işaretleri aynı zamanda vardı. Böyle bir açmaza dayalı mutabakat zemini ancak birtakım “vasi”lerle korunabilirdi. Vasiler (asker, sivil bürokrasi), baskının ne zaman ve ne kadar kaldırılacağına, demokrasiye nasıl ve ne kadar geçileceğine karar vererek kuruluş mutabakatını sürdüreceklerdi.

Gel zaman git zaman oldu, cumhuriyetimiz vasiler aracılığıyla hem bazı kimlikleri bastırma hem de yavaşça çağdaşlığın gerektirdiği demokratik adımları atma görevini bugüne kadar sürdürdü. Lakin hesapta olmayan şeyler ortaya çıkmaya başladı. Vasiler, vesayet hakkının ellerinden gideceğinden korkarak “Bu kadar demokrasi yeter, hatta çok bile!” derken, halk da “Sonuna kadar demokrasi!” diye haykırıyordu. Bunun böyle olacağı, iktidar mücadelesini iyi bilenlerce tahmin edilebilirdi ama asıl hesapta olmayan şey, bastırılmış kimliklerin geri gelmesiydi. Psikolojinin yasaları, Türkiye’de de işliyordu. Üstelik küreselleşme zamanlarında siyaset artık eski sosyoekonomiye dayalı dilini terk etmiş kimlik siyaseti haline dönüşmüştü. Cumhuriyet tarihi boyunca bastırılan kimlikler, siyasetin kimlik siyasetine dönüştüğü günlerde tüm arenayı dolduruverdiler. Bunlardan bir tanesi olan  220;Kürt kimliği”nin temsilcisi olduğunu iddia eden bir grup, cumhuriyet projesine açıktan savaş açtığı gibi, mücadele yolu olarak terörü seçmiş, belli belirsiz de olsa “ayrılma”yı dillendirme yoluna gitmişti. Diğer kimlikler ise terörün bulandırdığı puslu havada bazen kimlik taşıyıcısı aktörlerin kendilerinin bile fark etmediği bir biçimde gelişimlerini sürdürdüler.

12 Eylül 2010 günü yapılan referandum sonuçlarının vesayet rejiminin sonu anlamına geldiği bizimle birlikte birçok kimse tarafından tespit ediliyor. Referandum sonuçlarının sosyoekonomik boyutu da (yani genel olarak sosyoekonomik düzeyleri ve eğitimleri düşük olan kesimlerin “Evet”, diğerlerinin “Hayır” dedikleri gerçeği) hemen herkes tarafından fark ediliyor. (Biz Türklerin tarihsel psikolojileriyle çok yakında ilgili olduğunu gördüğümüz bu sosyoekonomik boyutu çok önemsiyoruz ve bu konuda tarihsel Akbudun-Karabudun ayrımına dayalı değişik bir bakışa sahibiz.) Ancak halk oylamasının kimliklerle ilgili çok önemli bir boyutu daha var ki, genellikle “kumsal” sembolüyle ya da Kürt sorunuyla perdelenerek görmezden geliniyor ya da sahiden görülemiyor.

Türkiye’ye Ak Parti’nin hükümet olduğu zamanlar boyunca bakan, özellikle son iki (21 Ekim 2007 ve 12 Eylül 2010) referandum sonuçlarına yoğunlaşan sosyal psikolojik bir göz, toplumumuzu oluşturan insanların artık beş farklı kimlik etrafında kümeleşip kendilerini ifade ettiklerini hemen görecektir. Bu kimlikler şunlardır:

Toplumumuzun “omurga” ya da “gövde” diyebileceğimiz ana kimliğini “büyük ve demokratik bir Türkiye”den yana olanlar oluşturur. Cumhuriyet ideallerine bağlı ve birlikte yaşamaktan hoşnut olan ancak vesayetin millete devrini isteyen bu insanlar arasında her etnisiteden ve her mezhepten kimseler bulunmaktadır. “Büyük ve demokratik Türkiye” kimliğinden yana olanlar, ülkemizin hemen her yerinde en az % 30 oranındadırlar ve genellikle “mütedeyyin” tanımı da onlara uymaktadır. Merkez-sağ siyaseti izlemeye çalışan Ak Parti’nin seçmeniyle onlar arasında büyük ölçüde bir örtüşme olduğu doğru olmakla “omurga kimlik”le Ak Parti kimliği arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Omurga kimliği oluşturan insanlar arasında şu anda dikkati çeken en önemli özellik, tıpkı birlik istekleri gibi birlikte oluşlarıdır ama bu aralarında çelişkiler olm adığını göstermez. Örgütlü dinsel sosyolojiler içinde yer alıp almama ve sosyoekonomik düzey farklılıkları onların aralarındaki temel çelişkilerdir.

“Omurga kimlik”in dışında kalan kimlikler içinde öne çıkanları bize göre dört ana kategoride toplamak mümkündür ama bu kategorileri analiz ederken bir tanesini özellikle ayırıp dışarıda tutmak gerekir. Kendisini “Ayrılıkçı-Kürtçü” olarak tanımlayan ya da böyle nitelenebilecek olanlardaki yüksek merkezkaç güç yoğunluğu, onları apayrı bir kategori haline getirmektedir. “Ayrılıkçı-Kürtçü”ler, cumhuriyet ideallerinden tamamen kopmuş durumdadır ama henüz kendilerine net bir idealde belirleyebilmiş değillerdir. Şimdilik gıdalarını kavgadan almakta enerjilerini kavgaya yatırmaktadırlar.

“Ayrılıkçı-Kürtçü”ler dışında kalan merkeze muhalif diğer kimlikler, henüz birbirlerinden hatta “omurga kimlik”ten tam olarak ayrışmamış olmakla birlikte artık öne çıkmış özellikleriyle (“çağdaş yaşamcılar”, “ulusalcılar”, “Aleviliği birincil kimlik olarak görenler” diye) üçe ayrılarak incelenebilecek durumdadırlar. “Çağdaş yaşamcılar”, son dönemde demokratik hayatta ortaya çıkan değişikliklerle birlikte gündelik hayatta da değişiklikler olmasından, “mahalle baskısı” nedeniyle giyim kuşam, yeme-içme, yaşama tarzlarında değişikliğe zorlanacaklarından tedirgindirler. Kimliklerinin temel özelliği olan çağdaş yaşama bağlılıklarını her fırsatta göstermeye özen gösterirler. “Ulusalcılar”, özellikle küreselleşme süreçleriyle ve liberal politikalarla birlikte ulusal çıkar ve onurumuzun her geçen gün biraz daha ze delendiği, giderek tüm ulusal niteliklerimizin giderek yok olacağı kanaatindedirler. Kimliklerinin çekirdeğine bu kaygı ve giderek etnikçi niteliği pekişen ve abartılan ‘Türklük’ damgasını vurur. “Aleviliği birincil kimlik olarak benimseyenler” ise, Aleviliğin İslamiyet’in içinde mi, dışında mı olduğu tartışmasıyla ilgisiz olarak, kendilerini en iyi tanımlayan özelliğin “Alevilik” olduğunu belirtirler. Onlara göre zaten Alevilik, çağdaşlık, ulusalcılık ve insancıllıkla maluldur. Tüm sağ iktidarlar, hatta Osmanlı ve Selçuklu tarafından ezildiklerini düşünürler.

Hepsinin ortak özellikleri kendilerini gerçek “cumhuriyetçi” ve “mağdur” olarak tanımlamalarıdır. Onlara göre Cumhuriyet, değişik güçler (emperyalizm, çıkar şebekeleri, gericiler) tarafından amacından saptırılmıştır, işler giderek daha da kötüleşecek, iktidara dış güçlerin güdümündeki gericiler yerleşecektir. Dış güçlerin güdümünde hareket etmekten ve çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen gericiler, ülkenin bölünüp parçalanmasına da göz yumacaktır. Olguları böyle algılamaları, onları şüpheci, tedirgin ve mücadeleye hazır getirmekte; “Atatürk”, “bayrak” gibi ortak sembollere toplumun genelinden farklı bir aşırı-değer yüklemelerine neden olmaktadır.

İşte böyle, referandumdan sonra Cumhuriyet’imizin üzerine bina olduğu toplumumuzun beş kimlikli fragmante bir yapı olduğu artık daha iyi görülebiliyor. Tek başına ekonomik gelişme, eğitim gibi faktörlerin bu fragmanları kısa sürede birleştirmeye yetmeyeceği çok açık. Görev, olanca ağırlığıyla siyasete ve lider kadrolarına düşüyor. Bu toplumu Cumhuriyet çatısı altında birlikte, barış içinde yaşatmaya talip olanlar, “Cumhuriyeti birlikte kuran millet” filminin hep gösterime devam etmesini isteyenler işi gücü bırakıp bize bunu nasıl yapacaklarını açıklamalılar.

12 Eylül 2010 Referandumu’ndan 12 Haziran 2011 Seçimlerine

Referandum sonrasında milletimizin sergilediği panorama buydu ve 12 Haziran seçimlerine çok az süre kalmıştı. Referandum sürecinde başlayan AKP ile CHP+MHP arasındaki gerilim siyaseti, referandum sonrasında da artarak sürdü. Kimse birlik, bütünlük projesinden ayrıntılarıyla bahsetmiyor, birbirine vurmayı tercih ediyordu. Değişen tek şey, AKP’nin vazgeçtiği açılım politikalarına özellikle kurultayında yaptığı kadro değişikliklerinin ardından CHP’nin kendine özgü biçimde sahiplenmeye çalışmasıydı. Referandumdan sonra en dikkate değer siyasi olaylar, içeride SP’den ayrılmak zorunda kalan Numan Kurtulmuş’un Halkın Sesi Partisi’ni kurması ve AKP’nin neo-liberal diline ve uygulamalarına geleneğe yaslanmış sosyal adaletçi bir programla karşı duracağını beyan etmesi, dışarıda ise Wikileaks belgelerinin yayının hemen ardından Orta-Doğu’da ve Kuzey Afrika’da ilk bakışta devrimci bir izlenim veren ama gün geçtikçe Amerikancı etkisi belirginleşecek olan muhalefet hareketlerin başlamasıydı.

Has Parti, artık toplumsal muhalefetin eski düzen partileriyle sürdürülemeyeceğinin, toplumsal muhalefetin kendisine başka bir akış kanalı bulması gerektiğinin anlaşılması bilinci üzerine bina olmuştu. Onun ortaya çıkış nedeni, sanılanın aksine AKP iktidarının başarısızlıkları değildi. Ak Parti, egemen neo-liberal sistemle mecburi entegrasyon anlayışının sonucu olarak gündeme gelmiş, bu arada vesayet sisteminin yıpranması ve tasfiyesi işinin de havale edildiği pragmatik bir konjonktür partisiydi ve karizmatik liderliği sayesinde üstüne düşenleri başarıyla yapıyordu. Asıl sorun dünyadaki egemen liberal sisteme de karşı çıkacak geleneksel öz-değerlerden köken alan, birleştirici, kucaklayıcı gerçek bir toplumsal muhalefet akış kanalının olmamasıydı. Bir yanda tüm dünyada devrini tamamlamış ulusalcı, milliyetçi yaklaşımın ülkemizdeki etnik gerilimin yüzü suyu hürmetine bir süre daha sürmesine varlığını borçlu olan MHP; diğer yanda her ne kadar değişmek için adımlar atsa da Kemalist vesayet rejimini simgeleyen ve çıkarları, umutları eski düzende olanlar tarafından desteklenen CHP; beri yanda ise bir türlü haklı etnik mağduriyetten ülkenin tüm ezilenlerinin, madunlarının hareketi haline dönüşemeyen, üstelik terörle gönül bağlarını koparamayan ama bu son seçim için bağımsız adaylarla blok olarak gireceği aday kompozisyonunda çok ama çok konuşulacak tercihler yapan BDP…

İlk kez bu seçim öncesinde bir tahminde bulunmadım, bulunamadım. AKP’nin istikrar vurgulu ve tüm ülkeyi tepeden tırnağa, gözden kulağa kuşatan, çepeçevre saran, eşi benzeri görülmemiş kampanyasının tek başına iktidarı sağlayacağı kesindi ama CHP’nin, BDP’nin ve Has Parti’nin değişimci yaklaşımı millet tarafından nasıl karşılanacak belli değildi ya da ben göremiyordum. Yeni anayasa konusunda taraf ve karşı olan iç ve dış güçlerin yaptıkları manüpülasyonlardan gözün gözü göremeyecek hale gelmesini ise hiç saymıyorum.

Seçim süreci boyunca kutuplaştırmacı, gerileme dayalı siyaset anlayışının etkisinin belirleyici olacağı gün yüzüne yavaş yavaş çıkmaya başladı. “AKP mi, CHP+MHP iktidarı mı istersiniz?” anketine dönüştü seçim. Eğri oturup doğru konuşalım, “Vesayetçiliğe karşı ve kalkınmacıymış gibi yapan AKP mi yoksa vesayetçilerin cirit atacağı ve ekonominin kaosa sürükleneceği CHP+MHP mi hükümet olsun istersiniz?” diye bir soru sorulsa fanatizm etkisinden kurtulmuş, memleketin geleceğini düşünen merkez seçmenin birinciyi tercih edeceği açıktı ve öyle de yaptı. Bu seçimde değişen tek şey, 2007 seçimlerinde henüz merkezin eski partilerinde konaklamış olan %4-5 civarındaki seçmenin de bu seçimde merkez partisi olarak AKP’e göç etmesi ve iktidarın oylarını artırması oldu. Güvenilmez muhalefettense yeterince güven vermese bile tanınan, hiç değilse bilinen ve belli bir “doygunluk düze yi”ne ulaştığı umulan iktidar partisi tercih edildi. Bu tercihin sürükleyici unsuru da kendi geleceğini tehlikede gören, gelecek endişesiyle yaşayan yoksul ve orta sınıflardır. Yoksul ve orta sınıfların liberal egemen sistemde karar kılanların yanında, safında yer alması, bu seçimin en acıklı manzarasıydı ama doğrusu başka bir alternatifleri de yoktu. İmkan olan yerlerde BDP’e belirgin bir destek vardı ama Has Parti’de simgelenen liberal egemen sisteme alternatif üretebilmiş, milletin kök değerlerine dayalı medeniyet siyaseti denemesine halk bir karşılık vermedi. Has Parti kadrolarını iktidara taşıyacak bir aura oluşmadı.

Bu seçimin artık tartışılmaya değmeyecek kadar açık sonuçlarından birisi, milliyetçi ve ulusalcı anlayışların tükenmesi, CHP’nin ise programını ne kadar değiştirirse değiştirsin milletin kök değerlerine yabancı kadroları nedeniyle asla güven sağlayamayacağının belli olmasıdır. CHP’nin sırf oy uğruna saçma düzeyde vaadkar bir program ve oportünist bir kadro politikasıyla halkın karşısına çıkması ve üstelik küresel beylere yaranmacı bir tutum izlemesi de fanatik bağlıları dışında merkez seçmen nezdinde iyice güven yitirmesine neden olmuştur. CHP bundan böyle artık ölü demesek bile üzerine halkın ölü toprağı attığı bir partidir; cenazesi milletin kök değerlerine bağlı, liberal egemen düzene karşı sağlam bir muhalif parti tarafından kaldırılmayı beklemektedir.

12 Haziran 2001 seçiminin en dikkate değer sonuçlarından birisi de ülkemizin sosyopolitik ikliminde, birçok fırtına çıkarmaya aday çatışma odağı olmasına rağmen Kürt meselesinin sınıfsal, mezhebi ve çevreci tavırların çok üstünde öncü bir rol üstlendiğinin görülmesidir. Muhalefetin beslendiği tüm ana damarlar Kürt meselesinin oluşturduğu büyük ırmağa akmış ve coşkulu bir şekilde Kürt Hareketi’nin rengini verdiği kitle 36 muhalif milletvekilini yeni meclise taşımıştır. Toplumsal muhalefetin önderliğini çok kısa bir sürede BDP sıraları üstlenecek gibi durmaktadır. Toplumsal muhalefetin desteğini de almış güçlü bir BDP, hem bir şanstır hem bir şanssızlık. Şanstır; zira Kürt meselesi başta olmak üzere demokrasi sorunlarının ne kadar aciliyet kesbettiğini albenili sözcüleri sayesinde aktarabilir ve yeni anayasaya hem hızlandırıcı hem de kol kanat gerici olabilir. Şanssızlıktır; çünkü bölgemizdeki, özellikle Suriye’deki çatışmaların giderek Sünni-Şii çatışmasına doğru sürüklenmesiyle birlikte Şii dünyayla birlikte hareket etme yoluna gidebilir ve çözümün adresi olmak yerine sınırlarımıza doğru hızla gelen yangına benzin işlevini üstlenebilir.

Hazır “Suriye” demişken bu yazının başlığına da koyduğumuz anlayışa da değinerek (önemini hissetmemize, bilmemize rağmen veri kısıtlılığı nedeniyle şimdilik sadece değini düzeyinde ilgilenebiliyoruz) bitirelim analizimizi:

Tarihin çok önemli bir dönüm noktasında bulunuyoruz; İçeride eski Kemalist vesayet sistemi sona ererken, Obama’nın başkan seçilmesiyle ilk sinyallerini gördüğümüz dünyadaki egemen neo-liberal sistemin “SOS”larını duyuyoruz. Bu ilkbahar Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da başlayan değişim rüzgarları, bir süredir İMF, Dünya Bankası, İLO gibi uluslar arası kuruluşların yoksulluğun önlenmesini gündemlerinin ilk maddesi olarak ele almalarının bir devamı gibi görülüyor. Dünya değişiyor; şüphesiz neo-liberal sistem kendi kendisini ilga etmeyecek ama despotizmi demokrasiye, vahşi kapitalizmi sosyal adaletçi programlarla değiştirerek egemenliğini devam ettirmeye çalışacak.

Bölgemizde bu öngördüğümüz tarzdaki değişimi bir anda yapmak mümkün değil, “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi”nde önemli tashihler yapılmak durumunda kalındığı, Türkiye’nin rolünün azalmasıyla kendini belli ediyor. Türkiye, AKP iktidarlarıyla şimdi yıkılmaları planlanan eski despotların partnerliğini yapmış, İran’la dengeyi sağlama rolünü üstlenmişti. Şimdiyse partnerler birer birer gidiyor; sıra Suriye’ye geldi. Bu değişimler olurken bölgede güçler mezhep eksenli mevzilenmeye başladı; hızla Sünni-Şii çatışmasına doğru yol alıyoruz.

Batılılar bizden bölgedeki değişime destek vermemizi bekliyorlar ama bunu onların istediği gibi yapamayacağımızı onlar da iyi biliyorlar. Kaldı ki değişim sürecindeki güç dengeleri, özellikle İsrail’in mutedil bir çizgide tutulabilmesi de bunu gerektiriyor. Sadece Tunus konusunda biraz ileri atılan Türk dış işleri daha sonra adımlarını yavaşlatmak zorunda kaldı. Zira eski partnerlik eskiye dayalı çıkarlar demek aynı zamanda. Suriye gibi en uzun sınırlarımız, akrabalıklarımız olan ülkelerdeki iktidara karşı her tavır ise içeriyi doğrudan etkileyebilir; hele İran’la bir gerilim tüm iç dengeleri alt-üst edebilir.

Güçlü bir halk desteğiyle ve dış ve iç politikadaki zorlukları fark eden tüm devlet güçlerinin arzusuyla iktidara gelen AKP’i içeride de yeni anayasa ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri etrafında şekillenen dev sorunlar bekliyor. Nasıl eski partnerlikler dış politikada iktidarın elini kolunu bağlıyorsa, iki dönemdir içerideki ekonomik, kamusal bağlantılar radikal değişim yapmamak için pranga görevi görüyor.

"2023  SİNERJİ  VE DÜŞÜNCE PLATFORMU"



Pardus... Özgürlük İçin...

www.ozanavsaroglu.com
copyright (c) 2010-2011 Tüm Hakları Saklıdır
web tasarım fby
iletişim: efebeytasarim@yahoo.com